Güçlü
Keynesyen politikaların izlenmesi 1970’lerin ortalarından itibaren ülkeleri
krize sokmaya başlamıştır. Yüksek toplam talep ve istihdam politikaları, yüksek
vergi oranları, cömert sosyal refah devleti harcamaları ve artan devlet
müdahaleleri, krizin nedenleri olarak görülmüştür. Bu sebeplerden dolayı,
ekonomide devletin rolünün küçültülmesi görüşleri dile getirilmeye başlanmış,
toplumsal uzlaşmanın temelleri sarsılmış ve Keynesyen refah devletinin
tasfiyesi başlamıştır. Bu durum uygulanan yahut uygulanacak olan sosyal
politika hizmetlerinin de büyük bir değişim-dönüşüm geçirmesine neden olmuştur.
Bu
dönemden itibaren devletler, cömert sosyal refah harcamalarını
sürdürebilmelerinin olanaksız olduğu düşüncesine sahip olmuş ve harcamalarını
kısmak, gelirlerini artırmak amacıyla yeni politikalar geliştirmeye, reformlar
yapmaya yönelmişlerdir. Yaklaşık son çeyrek asırdır, refah devleti
politikalarında ve dolayısıyla sosyal politikalarda geri dönüşler yaşanmaya ve
refah kurumları reforma tabi tutulmaya başlanmıştır.
Refah devleti ve
sosyal politika uygulamalarında başlayan dönüşümün nedeni, özellikle 1970’li
yılların sonlarından itibaren ortaya çıkan “küreselleşme” süreci ve beraberinde
getirdikleridir. Bu dönemde piyasalaşma ve özelleştirme, 1980’lerde muhafazakar
devletlerin benimsediği ve refah devletlerinin dönüşümünde büyük rol oynayan
iki anahtar kelimedir. Bu kavramlar beraberinde, ekonomik politikaların daha
liberalleşmesini ve kamu kesiminin küçültülmesi anlayışının yerleşmesiyle
devlet, piyasa ve sivil toplum arasındaki sınırların değişmesini getirmiştir.
Bu tarihten sonra yaşanan
gelişmeler, refah devletinin ekonomik, politik ve ideolojik çerçevesini önemli
ölçüde değiştirmiştir. Bunların başında sosyalist alternatifin çöküşü, liberal
felsefenin yükselişi, ekonominin küreselleşmesi ve ulus-devletin görece düşüşü
gelmektedir. Birbirleriyle kesişen ve ilişki içinde olan bu hususların her biri
refah devleti için birtakım anlamlara sahiptir.
Küreselleşme ve liberalleşme
anlayışı, beraberinde devletin küçültülmesini getirmiştir. Yani, her şeyi
kendisi üreten, müdahale eden devlet yerine, yalnızca standartlar ve kurallar
koyan ve denetleyen ve kendisine verilen temel görev alanının (güvenlik,
adalet, altyapı hizmetleri) dışına çıkmayan bir devlet anlayışı yaygınlaşmaya
başlamıştır.
Krizden çıkmanın yolu olarak, yeni
bir politik ve ekonomik felsefenin benimsenmeye başladığı, öncülüğünü ise
Reagen dönemi ABD’si ile Thatcher dönemi İngiltere’sinin yaptığı görülmüştür.
Bu yeni düzen serbest piyasa-özelleştirme-küreselleşme öngörmektedir. Verilere
bakıldığında gerçekten de yeni ekonomik düzenin 1990’lı yıllardan itibaren
özellikle ABD açısından meyve vermeye başladığı görülmektedir.
Özellikle gelişmiş ülkelerde görülen
refah devletinin krizinin temel nedenleri kısaca aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Herşeyden önce, demografik yapı değişmiş, yani insan ömrü uzamış, yaşlı nüfus
çoğalmış ve doğum oranları düşmüştür (dolayısıyla bu durum aktif–pasif
ilişkisini bozmuş, bağımlılık oranını artırmıştır), ailenin yapısı (boşanma
oranları artmış, tek ebeveynli aileler ve yetişkin olmayan anneler çoğalmıştır)
ve ekonomik koşullar (büyüme hızları düşmüş, profesyonelleşme ve kadınların
işgücüne katılımı artmıştır) değişmiştir, işsizlik yükselmiş, kamu harcamaları
artmış, vergiler yükselmiş, mali açıklar sürekli hale gelmiştir. Bu sebeplerle
hükümetlerin sosyal harcamalar için milli gelirden ayırdıkları pay sürekli
büyümüş ve giderek katlanılamaz bir hacme ulaşarak, ülkelerin rekabet güçlerini
zayıflatır hale gelmiştir. Dolayısıyla kriz, sosyo–ekonomik yapıyı 40–50 yıl
öncesine göre tamamen değiştirmiştir.
Yine,
yaşam standartlarının gelişmesine ve yaşam sürelerinin uzamasına yol açan refah
devletleri, yeni gereksinimler yaratmıştır. Artan sağlık maliyetleri ve
emeklilik olanakları, büyük oranda refah bütçelerinin artmasına ve mali
darboğazlara yol açmış ve bu durum özellikle Avrupa’da, refah politikalarının
uyumu açısından kolayca üstesinden gelinemeyen problemler doğurmuştur.
Yukarıda
sıralanan sorunlar içinde en dikkat çekici olan ve bütçeye en fazla yük getiren
husus, nüfusun yaşlanması sorunudur. Refah devletinin önemli işlevlerinden birisi,
yaşlılara yönelik olarak gerçekleştirdiği sosyal koruma ve gelir güvencesidir.
Toplumun gittikçe artan yaşlı nüfusuna yönelik olarak, son yıllarda önemli
miktarda araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Nitekim yapılan projeksiyonlarda
özellikle Batılı toplumlarda toplam nüfus içinde yaşlı nüfusun hızla artış
gösterdiği, bunun da refah devletinin bunalımına yol açacak önemli bir gelişme
olduğu ifade edilmektedir. Batı toplumları için bir tehdit halini alan bu
gelişmeler, ülkemiz açısından henüz ciddi anlamda bir tehlike sergilemese de,
geleceğe yönelik hazırlıklı olma açısından analiz edilmesi ve gerekli
önlemlerin alınması bakımından önem taşımaktadır.
Aslında,
refah devletlerinde artan maliyetler sorunu yeni bir konu değildir, her zaman
için tartışılan bir konu olmuştur, ancak özellikle son 15–20 yıldır maliyet
sorunu daha tartışılır hale gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemden
sonraki ilk 30 yılda, hızlı ekonomik büyüme ve cömertlik felsefesi,
harcamaların ve dolayısıyla vergilerin hızla artışını beraberinde getirmiş;
ancak daha sonraki dönemde, ekonomilerin gitgide istikrarsız hale gelmesi ve
yüksek vergi ekonomilerinin sarsılmaya başlaması, devletlerin yüksek vergilere
ve harcamalara karşı isteksiz olduğu bir ortam yaratmıştır. Yukarıda belirtilen
nedenlerle, refah devletleri, kamu refah harcamalarının azaltılması için
reformlar başlatmış ve yeniden yapılanma çalışmalarına başvurmuştur.
Ortaya
çıkan eğilimlerden ilki, refah devletinin üstlendiği bazı görevlerin, özellikle
emeklilik sisteminin özelleştirilmesidir. Sosyal refah kurumlarının yaşadığı
finansman sorunlarını aşabilmek için birçok ülke ya tamamen, ya da kısmen
özelleştirmeye başvurmayı ve / veya emeklilik sistemlerinde ciddi reformlar
yapmayı gerekli görmektedir. Aksi taktirde, 20-30 yıl sonrasına ilişkin yapılan
projeksiyonların ortaya koyduğu gerçek, neredeyse tüm refah devletlerinde refah
sistemlerinin kısa bir zaman sonra sürdürülemez bir duruma geleceğidir.
Bu
doğrultuda, emeklilik sistemi ile ilgili harcamaları kontrol altında tutabilmek
için emeklilik yaşı yükseltilmiş, primler artırılmış, emekliye, geliri ile
emeklilik aylığı arasındaki ilişkiye göre ödeme yapılmaya başlanmıştır. Reformlardan
sonra gerçekleştirilen projeksiyonlara bakıldığında ise, varılan sonuçların
eskisine oranla değiştiği görülmüş, sistemlerin geleceği açısından daha ümitvar
bir öngörüye ulaşılmıştır.
Diğer
yandan, işsizler, yalnız yaşayan anneler gibi geniş sayıdaki sosyal refah
hizmeti alıcılarına yönelik reformlar da, harcamaları kısma arayışlarının diğer
bir boyutudur. Bunların hizmetlerden yararlanabilme kriterleri ağırlaştırılmış,
bu yolla yararlanan kişi sayısı azaltılmaya çalışılmıştır. Bu yaklaşım sonucunda,
bu tür hizmetlerin gerçekten hakedenlere verilmesi amaçlandığından, katı bir
gelir araştırması yöntemi giderek yaygınlaşmıştır.
Refah
devletinin bunalıma girmesinden sonra, çözüm amacıyla başlayan arayışlar,
bundan böyle sosyal refah hizmetlerinin mevcut kurumsal yapıyla devam
ettirilmesinin mümkün olamayacağı, kurumsal yapıda esaslı bir yeniden
yapılanmanın gerçekleştirilmesi gereği üzerinde durmaktadır.
Bu
amaçla, sosyal refah kurumları hem kurum olarak, hem de sağladığı hizmetler
açısından reorganize edilmekte, refah devletinin birçok fonksiyonu ya yerel
yönetimlere kaydırılmakta, ya devlet–kâr gütmeyen kuruluş işbirliğine
yönelinmekte ya da devletin bu tür sosyal işlevleri özelleştirilerek bu
hizmetlerin sunulması piyasaya terkedilmektedir.
Böylece,
Altın Çağ’ın cömert refah devleti üzerinde tartışmaların başlaması, refah
hizmetlerinin sunumu açısından yeni yönelimlerin doğmasına yol açmıştır.
Dolayısıyla, temel olarak üç yönelimden bahsedilmektedir. Birincisi, her ne
kadar yönetim aygıtının bir parçası olsa da, merkezi yönetime nazaran daha
etkin ve verimli olan “yerel yönetimlerin” sosyal refah hizmetlerinin sunumunda
artan oranda öne çıkmaya başlamasıdır. İkinci yönelim, refahı daha yerel
düzeye, hiyerarşik ve bürokratik olmayan kendi kendine yönetim biçimlerine (kâr
gütmeyen kuruluşlara) aktararak devleti by–pass etme girişimleridir. Üçüncüsü
ise, refah devletinin sosyal görevlerini “piyasalara” vererek (sosyal refah
kurumlarının özelleştirilmesi) devlet müdahalesini sınırlamaya dönük neo–konzervatif
stratejilerdir. Özellikle sonuncusu, yani sosyal refah hizmetlerinin özel
sektöre devri, neo–liberal yaklaşımın en çok tercih ettiği ve günümüzde birçok
ülkenin başvurduğu bir uygulama biçimidir.
Başlangıçta,
merkezi devlet, sosyal görevlerini yerel yönetimlerle paylaşarak
sorumluluklarını hafifletme yolunu seçmiş, hatta İsveç gibi kimi ülkelerde,
yerel yönetimler bu alanda merkezi hükümetten daha yüksek bir paya sahip olmuş,
ancak sonuç olarak yerel yönetimlerin de devlet aygıtının bir parçası olması,
aynı verimsizlik ve etkinsizliğin bu tür yönetim şekli için de geçerli olması,
bu işlevlerin daha farklı bir yolla yerine getirilmesi arayışını doğurmuştur.
Bu
anlamda, kâr gütmeyen kuruluşlar, hem toplumun tepkisini çekmemek, hem de
özelleştirme öncesine bir hazırlık olmak üzere en uygun sosyal refah
sağlayıcılar olarak düşünülmüş ve sosyal hizmetlerin sunulması önemli oranda bu
kuruluşlar aracılığıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Genel olarak devletin
desteğini arkasına alan bu kurumlar, kendi imkanlarını da katarak, sosyal
hizmetleri daha etkin ve verimli bir şekilde gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Son
yıllarda ise, özellikle İngiltere ve ABD’nin öncülüğünde başlatılan
özelleştirme akımının sosyal refah hizmetlerinin de özelleştirilmesini
kapsamasıyla, piyasanın bu konudaki fonksiyonunun artmaya başladığı ve devletin
sosyo–ekonomik yaşama müdahalesine ilişkin değişen bakışaçısı ile birlikte,
özel sektörün sosyal refah sağlayıcı kurumlar olarak boy göstermeye
başladıkları görülmektedir. Kamu programlarından özel programlara geçişte
İngiltere en hızlı hareket eden ülke olarak göze çarpmaktadır.
Dünya
Bankası, OECD, IMF gibi devletlerarası kuruluşların da tavsiyeleri ve
teşvikleriyle, özel sektör birçok ülkede sosyal hizmetler alanında etkinliğini
artırmaya başlamıştır. Yeni dönemde, devlete biçilen yeni rol, yalnızca
sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevesini belirlemektir.
Ancak,
sosyal refah hizmetlerinin, diğer mal ve hizmetlerde olduğu gibi kolaylıkla
özel sektöre devri mümkün olamamakta, bu mal ve hizmetlerin dışsallığı ve de
bedava kullanıcı sorunu gibi nedenlerle, özel sektörün katılımı düşük
kalmaktadır. Devlet, özel sektöre sosyal nitelikli mal ve hizmetlerin yalnızca
üretim ve dağıtımını devretmekte, planlama, koordinasyon, finansman ve yerine
getirme sorumluluğunu kendi üzerinde tutmaktadır. Bu nedenlerle, uygulanan
bütün politikalara rağmen, gelişmiş ülkelerde devlet hâlâ hacim olarak büyüktür
ve kaynakları elinde tutmaktadır.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder