23 Mart 2015 Pazartesi

Sözde Derbi...


Sözüm ona bir derbiyi daha atlattık. Türkiye’de gerçek bir derbi izlemeyeli çok uzun zaman oldu. Hakan Şükür’ün karşı karşıya kaçırdığı golleri, Sergen’in çekirdek çıtlar gibi sahada yürümesini, Arçil’in Şota sayesinde ilk 11’de yer almasını ya da Aykut’un gol attıktan sonra bile gülmeyişini özler hale geldik. Çünkü Hakan Şükür sahada inanılmaz pres yapıyor, Sergen yürürken 40-50 metre diyagonal pas atıyor, Arçil attığı golden sonra Şota’nın ayakkabısının pasını siliyor ve nihayet Aykut da maç sonrası “adam” gibi demeç veriyordu. Biz futbolun iyi huylu argümanlarının tamamını bir kenara bırakıp, tamamen bencil, rakibin önemsenmediği, saygı duyulmadığı bir yapıya geçtik. Dünyada da buna benzer örneklerin olduğunu biliyoruz. Ancak dünyanın iyi liglerinde (İngiltere, İspanya, Almanya) farklı bir futbol kültürü olduğunu görmemek için ya futboldan hiç anlamamak ya da kör olmak gerekiyor. Giderek aradaki farkın açılıyor olması ise, bizim açımızdan büyük bir sorun. Kesinlikle küçümsemiyorum ama bir Belçika takımının 70 bini aşkın seyirci önünde Beşiktaş’ı bu şekilde elemesi çok da normal bir şey değil. Türk futbolunun bir türlü büyüyememesi, arzu edilen noktaya gelememesi tamamen ama tamamen Türkiye’nin kendine has “abartı kültürü”nden kaynaklanıyor. Abartmayı o kadar seviyoruz ki, iyi ile kötüyü ayırt edemez hale geliyoruz. Türkiye’ye ilk geldiğinde varını yoğunu ortaya koyan yabancı futbolcuları 6 ay sonra tanıyamıyoruz. İki üç maç üst üste iyi futbol oynayanları yere göğe sığdıramıyoruz. Bugün dünyadaki bütün önemli kelimelerin önüne “sürdürülebilir” kelimesi getiriliyor. Sürdürülebilir iktisat, sürdürülebilir rekabet, sürdürülebilir sosyal politikalar vb… Futbolun da sürdürülebilir ve istikrarlı olanı makbuldür. Biz futbolu günlük seviyoruz.

Gelelim sözde derbiye. Son yıllarda futbol fakirliği açısından örnek gösterilecek kadar kötü bir maçtı. Birinci yarıda Fenerbahçe’nin bir miktar baskılı oyununa karşılık, ikinci yarıda Beşiktaş’ın iki pozisyonluk hareketlenmesi vardı. Ama sahada oynanan asla bir derbi maçı değildi. Biliç’in büyük maçları oynamayı bilmemesinden dolayı Fenerbahçe’nin 90+’da kazandığını söylemek gerekir. Biliç, bu ülkeye geldiği günden beri gerek kendi, gerek rakip oyuncularla yahut hakemle ya da tribünle sürekli gereksiz bir irtibat içerisinde. Futbolun içinden gelenler, bu hareketlenmenin de bir yere kadar olması gerektiğini iyi bilirler. Bunu bir yere kadar yutturabilirsin Biliç. Sow, kendisi ve takımı için inanılmaz değerli bir gol attı. Bu gol ile birlikte Sow’un taraftarın gönlünde bir daha açılamayacak kadar mesafeleri daralttığını söylemek gerekir. Emre bildiğimiz Emre. Anlatılacak bir hali yok.  

Değinmeden geçemeyeceğim bir kişi de Emanuel Emenike. Bir santraforun ayaklarının bu kadar teknik fukarası olması kabul edilebilecek bir durum değil. Sadece fiziğe dayalı futbolu ile rakip defans oyuncuları ürküten ancak laubaliliği, işgüzarlığı ve teknik fukaralığı ile Guiza’yı mumla arattıran bu adamın derhal bu camiadan gönderilmesi gerekiyor. Oynadığı takımın Fenerbahçe olduğu kendisine bir şekilde hatırlatılmalı. Son sözüm İsmail Kartal’a. İnsanlığından çok da fazla şüphe etmediğim İsmail hocanın kendisine bundan beş sene önce deselerdi ki, Fenerbahçe’de bir numaralı kişi olacaksın herhalde o da inanmazdı. Hatta inanmadığı da belli. Çünkü takımda bir numara kesinlikle o değil.              

NEDEN BLOG?


ÇÜNKÜ;

Biraz akademik ama ezber bozan, biraz doçent ama çokça asistan, biraz genç ama oldukça yetişkin, biraz iş dünyası ama yöneticileri kızdıran, biraz bireysel ama ekip ruhunda, biraz stratejik ama rakipleri öldürmeyen, biraz insan kaynakları ama personeli unutmadan, biraz işgücü piyasası ama en işsizinden, biraz burjuvazi ama çokça proleter, biraz demografi ama yaş, cinsiyet, eğitim ve medeni durumu gözetmeden, biraz elektrik ama elektronik değil, biraz sanat ama popüler değil, biraz spor ama centilmen, biraz Fenerbahçe ama Galatasaray, Beşiktaş, Trabzon ve diğer Anadolu takımlarını unutmadan, biraz siyaset ama objektif, biraz post-modern ama gelenekçi yapıda, biraz kültür ama Anadolu’dan, biraz sosyal ama ütopik olmayan, biraz liberal ama pür cinsinden uzak, biraz otomobil ama sadece Ferrari olmayanından, biraz hücum ama savunmayı unutmadan, biraz ekşi ama gülmeyi unutmadan, biraz yürüyerek ama koşmayı bilerek, biraz görsel ama dokunsalı ve işitseli unutmadan, biraz kurumsal ama kurumsallaşmayanları içeren, biraz beyin fırtınası ama şimşek çaktıranından, oldukça kararlı ama bol seçenekli, biraz danışman ama haddini bilerek, biraz kararlı ama itikatlı, biraz Apple biraz da Amasya Elması, biraz stresli ama yönetmesini bilerek, bazen taraflı ama fanatik olmayanından, biraz CEO ama anlamının İcra Kurulu Başkanı olduğunu bilerek, biraz iş fikirci ama bakkal dükkanı olmayanından, biraz cesur ama cahil olmayanından, biraz belirsiz ama anlaşılanından, biraz başarılı ama zafer sarhoşu olmayanından, biraz balık ama suda yüzmeyeninden, biraz profesyonel ama amatör ruhlu, biraz krizli ama yönetmesini bilerek, biraz tok ama doymadan kalkanından, biraz zeki ama gerçekten zeki, biraz dijital ama duygusal, biraz usta ama çırakça, biraz ev sahibi ama kiracıya açık, biraz romantik ama akılcı, biraz yaşam sevdalısı ama öleceğini bilerek, biraz lider ama informel olanından, biraz x biraz y kuşağından, biraz saldırgan ama herkesi koruyarak, biraz yarıncı ama bugünden bakarak...

...bir miktar meydan okumak ama kimseyi kırmadan... Bütün bunları yapabilmek için.

Akademik dünyayı halktan uzaklaşma olarak görenlere inat, genç bir akademisyen olarak daha fazla yaklaşma isteği. Hayatımda en kolay yaptığım işi yani "her tür insanla iletişim kurabilmeyi" bu mecrada da kullanmam gerekiyordu. Umarım toplumsal fayda sağlayacak bilgiler ve hayat hikayeleri paylaşabilirim. En azından niyetim bu. Kesin yani.

Bu blogun yayın hayatına geçmesinde gerek teşvikleriyle gerekse de teknik bilgi ve birikimiyle her an yanımda olan ve en ufak ayrıntısına kadar ilgilenen Viyana Üniversitesi Yazılım Mühendisliği Bölümü'nden Lokman Edkü'ye teşekkür ediyorum.