Sözüm ona bir
derbiyi daha atlattık. Türkiye’de gerçek bir derbi izlemeyeli çok uzun zaman
oldu. Hakan Şükür’ün karşı karşıya kaçırdığı golleri, Sergen’in çekirdek çıtlar
gibi sahada yürümesini, Arçil’in Şota sayesinde ilk 11’de yer almasını ya da Aykut’un
gol attıktan sonra bile gülmeyişini özler hale geldik. Çünkü Hakan Şükür sahada
inanılmaz pres yapıyor, Sergen yürürken 40-50 metre diyagonal pas atıyor, Arçil
attığı golden sonra Şota’nın ayakkabısının pasını siliyor ve nihayet Aykut da
maç sonrası “adam” gibi demeç veriyordu. Biz futbolun iyi huylu argümanlarının
tamamını bir kenara bırakıp, tamamen bencil, rakibin önemsenmediği, saygı
duyulmadığı bir yapıya geçtik. Dünyada da buna benzer örneklerin olduğunu
biliyoruz. Ancak dünyanın iyi liglerinde (İngiltere, İspanya, Almanya) farklı
bir futbol kültürü olduğunu görmemek için ya futboldan hiç anlamamak ya da kör
olmak gerekiyor. Giderek aradaki farkın açılıyor olması ise, bizim açımızdan
büyük bir sorun. Kesinlikle küçümsemiyorum ama bir Belçika takımının 70 bini
aşkın seyirci önünde Beşiktaş’ı bu şekilde elemesi çok da normal bir şey değil.
Türk futbolunun bir türlü büyüyememesi, arzu edilen noktaya gelememesi tamamen
ama tamamen Türkiye’nin kendine has “abartı kültürü”nden kaynaklanıyor.
Abartmayı o kadar seviyoruz ki, iyi ile kötüyü ayırt edemez hale geliyoruz.
Türkiye’ye ilk geldiğinde varını yoğunu ortaya koyan yabancı futbolcuları 6 ay sonra
tanıyamıyoruz. İki üç maç üst üste iyi futbol oynayanları yere göğe
sığdıramıyoruz. Bugün dünyadaki bütün önemli kelimelerin önüne “sürdürülebilir”
kelimesi getiriliyor. Sürdürülebilir iktisat, sürdürülebilir rekabet,
sürdürülebilir sosyal politikalar vb… Futbolun da sürdürülebilir ve istikrarlı
olanı makbuldür. Biz futbolu günlük seviyoruz.
Gelelim sözde
derbiye. Son yıllarda futbol fakirliği açısından örnek gösterilecek kadar kötü
bir maçtı. Birinci yarıda Fenerbahçe’nin bir miktar baskılı oyununa karşılık,
ikinci yarıda Beşiktaş’ın iki pozisyonluk hareketlenmesi vardı. Ama sahada
oynanan asla bir derbi maçı değildi. Biliç’in büyük maçları oynamayı
bilmemesinden dolayı Fenerbahçe’nin 90+’da kazandığını söylemek gerekir. Biliç,
bu ülkeye geldiği günden beri gerek kendi, gerek rakip oyuncularla yahut
hakemle ya da tribünle sürekli gereksiz bir irtibat içerisinde. Futbolun
içinden gelenler, bu hareketlenmenin de bir yere kadar olması gerektiğini iyi
bilirler. Bunu bir yere kadar yutturabilirsin Biliç. Sow, kendisi ve takımı için
inanılmaz değerli bir gol attı. Bu gol ile birlikte Sow’un taraftarın gönlünde
bir daha açılamayacak kadar mesafeleri daralttığını söylemek gerekir. Emre
bildiğimiz Emre. Anlatılacak bir hali yok.
Değinmeden
geçemeyeceğim bir kişi de Emanuel Emenike. Bir santraforun ayaklarının bu kadar
teknik fukarası olması kabul edilebilecek bir durum değil. Sadece fiziğe dayalı
futbolu ile rakip defans oyuncuları ürküten ancak laubaliliği, işgüzarlığı ve
teknik fukaralığı ile Guiza’yı mumla arattıran bu adamın derhal bu camiadan
gönderilmesi gerekiyor. Oynadığı takımın Fenerbahçe olduğu kendisine bir
şekilde hatırlatılmalı. Son sözüm İsmail Kartal’a. İnsanlığından çok da fazla
şüphe etmediğim İsmail hocanın kendisine bundan beş sene önce deselerdi ki,
Fenerbahçe’de bir numaralı kişi olacaksın herhalde o da inanmazdı. Hatta
inanmadığı da belli. Çünkü takımda bir numara kesinlikle o değil.